1999 yılıydı.
Haziran ayıydı ama, soğuktu, kış gibiydi.
Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu.
Deniz otobüsü saat tam 07.40’ta Mudanya’dan hareket etti.
108 yolcusu vardı.
26 müdahil avukat, 38 izleyici, 12 şehit yakını, 12 yabancı izleyici, 12 gazeteci, 8 yabancı gazeteci... Kimse konuşmuyordu. Herkes dalgııın dalgın denize bakıyor, dışarıdaki kapkara havayı seyrediyordu.
Deniz otobüsüne sahil güvenlik botu eşlik ediyordu, hemen üstlerinde askeri helikopter uçuyordu.
★
İmralı’ya gidiyorlardı.
★
Yanaştılar iskeleye, indiler.
Adeta hüzün kortejiydi, sessizce yürüdüler.
Önünde Atatürk büstü bulunan, gönderine Türk Bayrağı çekilmiş binaya geldiler, kapıda tek tek retina kontrolleri ve yüz taramaları yapıldı, elektronik turnikelerden geçtiler, 132 kişilik duruşma salonuna girdiler, kendilerine eşlik eden askerlerin gösterdiği yerlere oturdular.
★
Abdullah Öcalan getirildi.
Kenya’da yakalanmasının üzerinden 3.5 ay geçmişti.
Kurşun geçirmez cam kafese oturtuldu.
Naziler cam kafeste yargılanmıştı, soykırım suçu işleyen Sırp generaller cam kafeste yargılanmıştı, Almanya, Kızıl Ordu fraksiyonunu, İtalya, Kızıl Tugaylar’ı cam kafeste yargılamıştı, şimdi de Öcalan cam kafesteydi.
Hakimlerin tam karşısındaydı. Sol tarafta Öcalan’ın avukatları ve yakınları oturuyordu. Sağ tarafta müdahil avukatlar ve şehit yakınları oturuyordu. Kafese ses düzeni kurulmuştu, o sistemle duyuyor ve konuşabiliyordu.
★
İşte oradaydı...
Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en kanlı terör örgütünün elebaşı, süklüm püklüm karşılarındaydı.
★
En önce, astsubay kıdemli üstçavuş eşi gözlerinin önünde şehit edilen, hemşire Yıldız Namdar’a söz verildi.
“Sadece hayat arkadaşımı değil, hayallerimi kaybettim” dedi.
Müdahil avukatlar ağlıyordu. Mahkeme başkanı Turgut Okyay kürsünün altına eğildi, mendiliyle gözlerini sildi.
Film şeridi gibi anlattı Yıldız hemşire... “Murat kocamdı, canımdı, her şeyimdi, ömrü boyunca Türk-Kürt diye bir ayrım yapmadı, yemin ediyorum hiç kimseye ayrım yapmadı, her insan evladı gibi o da annesini özlemişti, izne gidiyorduk, arabamızda babam ve halam da vardı, Erzincan’ı geçtiğimizde Türk askerinin üniformasını taşıyan bir grup tarafından yolumuzu kestiler, durduk, kimlik sordular, kocamın adını söyleyerek (Murat) dediler, rütbesi yerine ismiyle hitap etmeleri normal değildi, bu yol kontrolünü yapanlarda tuhaf bir şeyler vardı, üzerlerinde şerefli Türk askerlerinin elbiseleri vardı ama, davranışları tuhaftı, ben şüphelenmiştim, sesimi alçaltarak (Murat bunlar terörist) dedim, Murat çok sakindi, ellerimi tuttu, (sakin ol hayatım, bir şey yok) dedi, elbette ne olduğunu anlamıştı ama beni teskin etmeye çalışıyordu, çocuklar ağlıyordu, babam da ağlıyordu, yolun her tarafını çevirmişlerdi, oradan geçmekte olan bütün araçları durdurmuşlardı, insanlıktan çıkmışlardı, Murat’ı arabadan indirdiler, götürdüler, yalvarıyordum ama, dinlemediler” dedi.
Bunları anlatırken, bir elinde Türk Bayrağı vardı Yıldız hemşirenin, öbür elinde de şehit eşinin fotoğrafı vardı... “Sadece hayat arkadaşımı değil, hayallerimi kaybettim” diyerek, Öcalan’a döndü, gözlerinin içine bakarak teeek tek sordu... “Biz size ne yaptık? İnsanlıktan çıkmış, öldürmekten başka bir şey bilmeyen bu canavarlık niye? Bu kin, bu nefret niye? Hepimize ekmek veren bu devleti yıkmaya çalışmak niye? Çok acı çekiyorum, hani insan hakları, bizler insan değil miyiz?”
★
Öcalan boynunu büktü.
Yere bakarak, “acılarını paylaşıyorum” diye mırıldandı.
★
Bekaa vadisindeyken, Şam’dayken, hatta Roma’da altın kol saatiyle basın toplantısı düzenlerken, gayet özgüvenli olan, adeta kükreyerek devlete meydan okuyan Öcalan, şimdi cam kafesin içinde, sinmiş, büzüşmüş vaziyette, “saygıdeğer şehit aileleri” diyordu, “saygıdeğer şehit ailelerinin yaşadığı üzüntüyü yürekten paylaşıyorum, sorumluluğum nedeniyle üzüntü duyuyorum” diyordu, mahkeme başkanına hitap ederken de “efendim izin verirseniz” diye söz istiyor, “saygılarımla efendim” diye bitiriyordu.
★
Yıldız hemşireden sonra, Züleyha Türkyılmaz söz aldı, şehit kardeşiydi, “biz hayatımız boyunca Türk-Kürt ayrımı yapmadık, böyle bir ayrım hiç bilmedik ama, insan hakları diye diye, kardeşlerimizin, evlatlarımızın vampir gibi kanını içtiniz, bizim evlatlarımızın insan hakları yok muydu?” dedi.
Sonra, şehit üsteğmen Lütfü Tekelioğlu’nun kardeşi söz aldı, “adalet istiyoruz” dedi, “tek isteğimiz bu, evlatlarımız geri gelmeyecek ama hiç olmazsa adaletin sağlandığını görmek istiyoruz” dedi, “eğer Öcalan’a hak ettiği ceza verilmezse, şehit analarının hakları haram olur” dedi.
Sonra, şehit er Taner’in babası İlhami Çiçek söz aldı, “elbette adalet istiyoruz ama, benim bir başka talebim daha var” dedi, “oğlum şehit edildiğinde 2.5 ay askerliği kalmıştı, vatan borcumuz eksik kalmasın, oğlum Taner’den geriye kalan 2.5 askerliği onun yerine ben tamamlayayım!”
★
Ve, sıra Mehmet Gençer’e geldi.
Şehit babasıydı.
“Oğlumu kaybettim, Serhatımı” dedi.
★
Henüz 21 yaşındaydı Serhat... Deniz piyade astsubayıydı. İzmir Foça’daki amfibi taburundaydı ama, o dönem çatışmalar şiddetlendiği için takviye birlik olarak Şırnak’a Cudi Dağı’na gönderilmişlerdi, Türkiye Kömür İşletmeleri’ne ait linyit sahalarını koruyan Maden Karakolu’nda görevliydi.
8 Ocak 1994 gecesi, Miraç Kandili’ydi... Roket sağanağı başladı. Trok trok trok, kalleş kaleş saydırıyordu. Karakolumuzu iki saat aralıksız vurdular. Dokuz şehit verdik, Serhat’la birlikte Mustafa, Fatih Kemal, Uğur, Mehmet, Sadık, Ramazan, Ali, Abdullah hayatını kaybetti, Kırıkkale, Afyon, Sakarya, Isparta, Antalya, Muğla, Ankara ve İstanbul’a ateş düştü.
★
Bu çatışmadan bir gece önce, Serhat ailesine bir mektup yazmıştı, en yakın arkadaşına emanet etmişti, “dün gece rüyamda dedemi gördüm, beni yanına çağırıyordu, eğer şehit olursam, bu mektubu aileme gönder” demişti, birlikte Yasin okuyup, namaz kılmışlardı. Ertesi gece şehit düştü.
Serhat’ın mektubu ailesine teslim edildi, şu satırları yazmıştı... “Bu mektup, ancak ben öldükten sonra elinize geçecektir. Beni unutmayın. Hep kalbinizin köşesinde saklayın. Allah’ın verdiği canı Allah’tan başkası alamaz, sakın üzülmeyin. Size söylemek istediğim bir şey var, Burcu’yu çok seviyorum, bu sevgimi de mezara götürüyorum. Ben burada öldüysem, Allah yolunda, vatan, namus, millet yolunda öldüm. Üzülmeyin, gülün, asla ağlamayın, eğer ağlarsanız ben yattığım yerde rahat edemem. Dedeme de hepinizin selamını söylerim, sizleri çok seviyorum, sizleri çok özledim, diyecek başka bir şey bulamıyorum, oğlunuz Serhat.”
★
İşte bu şehit Serhat’ın babası, duruşmadaki sözlerine böyle başlamıştı, oğlumu kaybettim, Serhatımı... Ve, Abdullah Öcalan’ın gözlerinin içine bakarak sordu, “Benim ağabeyimin eşi, yengem Kürt kökenli, kız alıp vermişiz, iç içe geçmişiz, etle tırnak olmuşuz, ayrımız gayrımız hiç olmamış, bu milletin Türk-Kürt diye bir ayrımı yoktur, bunu bize niye yaptınız?”
★
Ve, bugün bakıyoruz...
★
“Gazi” unvanına sahip Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki komisyonda, İmralı’ya gidip gitmeme konusunda güya demokratik oylama yapacaklar, tıpış tıpış Öcalan’ın ayağına gidip, görüşlerine başvuracaklar.
★
O günkü İmralı yolcularına bak.
Bugünkü İmralı yolcularına bak.
★
“Eski Türkiye” diye aşağıladıkları Türkiye’ye bak.
“Yeni Türkiye” diye gurur duyarak, ülkeyi getirdikleri hale bak.
★
Gerçekten sözün bittiği yerdir bu.
★
Şehit olacağını hissettiği gibi, sanki bugünleri de göreceğimizi hissetmişti şehit Serhat, hepimizin şu an yüreğimizde hissettiğimiz o kahredici çaresizlikle bitirmişti mektubunu, “diyecek başka bir şey bulamıyorum!”

2 saat önce
29










English (US) ·